İzleyiciler

29 Ocak 2010 Cuma

Küreselleşmeyle büyüyen uçurum (RADİKAL)

Küresel ekonomi, uluslararası sermayenin ve dev küresel şirketlerin piyasaları kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmesidir. Küreselleşme daha fazla işsizlik, daha fazla acı, var olan uçurumun daha da artmasıdır

24/06/2004 (754 kişi okudu)


Dr. KORAY DUMAN (Arşivi)
Neoliberal ideolojinin en önemli bileşenlerinden biri olarak 1980'li yıllardan itibaren karşımıza çıkan küreselleşme söylemi, hayatımızın tüm alanlarına nüfuz etmeye başladı. Gerek günlük hayatta gerekse toplumsal ilişkilerin biçimlendirilmesinde karşı konulmaz bir çekim merkezi olarak kabul edilmeye hatta dayatılmaya başlandı. Özellikle yoğun bir medya desteğiyle birlikte küreselleşmenin getireceği faydalar piyasa mantığı içerisine oturtulmaya çalışılmaktadır. Aslında kavram olarak küreselleşme, dünya ekonomisini oluşturan sosyal ve iktisadi parçaların birbiriyle ve giderek dünya piyasalarıyla eklemlenmesi şeklinde algılanmaktadır.
Neoliberal eksenli küreselleşme politikasına esnek biçimde birbirine eklemlenmeleri IMF, Dünya bankası, Dünya Ticaret Örgütü, AB gibi resmi kuruluşlar ve Dünya Ekonomik Forumu gibi özel kurumlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu doğrultuda etkin devlet, iyi yönetişim, güven ve istikrar gibi cilalı sözler, sözde küreselleşemeyen toplumlara empoze edilmektedir. Bu kavramların altında yatan unsur, uluslararası sermayenin önündeki engelleri kaldırmak için ulusal mali piyasalarda yüksek reel getirinin sağlanması ve devalüasyon riskinden arındırılmış bir döviz oluşturmaktır.

İletişim devriminin etkileri
Bu doğrultuda küresel ekonominin bütününü oluşturan parçaların gittikçe daha fazla entegre olması, kendine özgü bir dinamik kazandırırken bu dinamik gittikçe daha fazla devletlerin kontrolünden çıkmakta ve paranın kontrolü, kamu finansmanının idare edilmesi gibi devletlerin bellibaşlı egemenlik alanlarına zarar vermektedir. İletişim devrimi sayesinde verilerin, imajların ve sermayenin dolaşımının aşırı boyutlara ulaşması, birçok alanda sınır ya da bölge kavramlarının ortadan kaldırmaktadır. Buna karşılık, üretimin ulus aşırı bir düzlemde düzenlenmesine yardım etmektedir. Sonuçta yeni üretim düzeninin nasıl klasik işçi sınıfını devre dışı bıraktığı açıkça görülmektedir. Aslında küreselleşmenin bugünkü sosyoekonomik sonuçlarını, bir yandan durmadan büyüyen bir zenginlik, öte yandan artan işsizlik ve yoksulluk; bir yanda üretimin ve tüketimin hem küreselleşmesi, hem inanılmaz boyutlar kazanması, öte yanda büyük kitleler için en temel ihtiyaçların bile karşılanamaması; bir yanda piyasaya gerçek anlamının dışında mucizevi bir nitelik kazandırılması, öte yandan kitlelerin, ellerindeki tek araçtan, siyasetten soğuyup uzaklaşmaları gibi birkaç çarpıcı gerçekle anlatmak hiç yanlış olmaz.
Genel olarak küreselleşme ideolojisi bölgesel eşitsizlikleri arttıran, küresel düzeyde çevresel sorunları genişleten, emek açısından kazanılmış sosyal hak taleplerinden geri adım atılmasına yol açan etkileri konusunda söylenecek çok şey bulunduğu da bir gerçektir. Öte yandan küreselleşmeye uyum sağlamaya ve ekonomilerini dışa açmaya çalışan ülkelerde büyüme ve istikrarın da garanti olmadığı görülmektedir, hatta ekonomik krizler daha garantilidir denilebilir. Uluslararası kuruluşlar bunları o ülke yönetimlerinin yetersizlikleri veya toplumsal kaynakların sınırlılığı ile açıklasa da, krizlerin bir nedeninin de, ulusaltoplumsal ihtiyaçların dikkate alınmaması ve ulusal politikaların çökertilmesi olduğu açıktır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Küresel ekonomi, uluslararası sermayenin, piyasaları kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmesidir. Çokuluslu şirketler dünya ticaretinin üçte birine hâkimdir. Uluslararası sermayenin artan gücü, ulus-devletlerin ekonomi politikalarını belirleyecek kadar baskındır.
Neoliberalizmin ideolojisi ekonomiyi kendi kendini düzenleyen bir yapı olarak görmekte ve siyasete müdahale edilmediği sürece her şeyin yolunda gideceğini iddia etmektedir. Bu iddia hemen tüm ülkelerde, yeniden yapılanma, dönüşüm gibi adlarla liberal iktisat politikalarının amentüsü haline gelmiştir. Önemli kurumlardan birisi olan IMF'in baş ekonomisti Stiglitz bile uluslararası kuruluşların dünyanın geri kalan kısmındaki kalkınmayı baltaladığını ifade etmektedir. Israrla söylemek gerekirse, küreselleşme miti daha fazla işsizlik, daha fazla acı, varolan uçurumun daha da artmasıdır. Zenginlerin daha zengin yoksulların ise daha yoksul olduğu açıkça görülmektedir. Bunun için yapılması gereken küreselleşmeye küresel bir direnç göstermektir.

Dr. Koray Duman Akdeniz Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü
KORAY DUMAN (Arşivi)



Kapitalizmin, 1970li yıllarda yaşadığı petrol krizinden bu tarafa en ağır krizle karşı karşıya kaldığı görülmektedir. 1990 yılından sonra finansın küreselleşmesiyle birlikte sermaye hareketlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılması bir anlamda krizin öncü göstergelerinden birisi olmuştur. Kapitalizm finansal küreselleşmeyi temellendirirken de Washington Uzlaşması olarak adlandırılan Neoliberal reform paketini devreye sokmuştur. Bu reform paketi ile birlikte devletin ekonomideki rolünün azaltılması yönündeki güçlü ideolojik propaganda artmış ve Türkiye de dâhil olmak üzere birçok ülkede uygulanmıştır. Şeffaflık ve yönetişim gibi açık olmayan kavramlara dayanarak devletin ekonomideki payı azaltılmaya çalışılmıştır. Bunun sonucunda sermayenin serbest dolaşımı önündeki tüm engeller kalkmış ve sermaye hiçbir yasal kısıt olmadan uluslar arası piyasalarda dolaşır bir hale gelmiştir. Bu da kapitalizmin bir başarısı olarak görülmüştür.
Aslında bu başarı hikâyesi son dönemde ABD’de yaşanan mortgage kriziyle birlikte sekteye uğramış, Avrupa da birçok banka batmış ve ekonomiden çekilmesi istenen devletin yeniden ekonomiye girmesi istenmiştir. Batan bankaların devlet tarafından kurtarılması piyasa açısından tehlikeli görülürken şimdilerde bankaların devlet tarafından kurtarılması istenmiştir. Peki yapılan onca düzenlemelere ve uygulamalara rağmen kriz neden ortaya çıkmıştır? Aslında bu sorunun cevabı oldukça basittir. Marx’ın da ortaya koyduğu gibi, kapitalistler arasındaki bitmek bilmeyen rekabet, gittikçe artan makineleşmeye ve artı değerin kaynağı olan emeğin ikame edilmesiyle birlikte kar oranın da düşme eğilimine yol açmaktadır. Yani kapitalist üretimin önündeki en büyük engelin bizzat kapitalizmin kendisi olduğu gözükmektedir.
Yeldan’ın ifade ettiği gibi kapitalizmin ortaya çıkardığı küresel rekabet üretimi kitleselleştirirken sermaye birikimi yoğunlaşmakta bu da kar oranlarının düşmesine yol açmaktadır. Sermaye birikimi ise sadece üretim sürekli büyütülerek başarılabilmektedir. İşte bu üretimin sermayenin sürekli büyümesiyle artması, kapitalizmin kendi sınırlarına kadar gelip dayandığı yerdir. Marks'ın ifade ettiği gibi, burada sermayenin büyümesi "toplumun mutlak tüketim gücüyle" sınırlanıyormuş gibi görünür. “Yani sınırsız bir büyümedir bu. Öylesine sınırsız bir büyümedir ki, kredi sisteminin gelişmesiyle birlikte artık kendi sermayesinin boyutuyla sınırlı olmayan bir sermaye olanağı elde eden kapitalist, akıl almaz yöntemlerle üretilen kredilerle ("türev araçlarıyla" üretilen krediler) üretimi sınırsız ölçüde genişletmeye koyulur.” Aslında bu kapitalizmin finansallaşması olarak ta görülebilir. Ve bu sınırsız üretilen ürünler, sınırlı gelire sahip olan insanlar tarafından tüketilmek durumundadır. Marks'ın sözüyle "kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimi" belli bir yerden sonra bu sınırsız üretim tüketilemez bir hale gelmektedir. Süreç aşırı üretim krizi yaratarak darboğaza girmektedir. Sonuç yeni bir krizdir.
Kapitalizmin krizi, Marx’ında vurguladığı gibi aynı zamanda, kapitalist tekeller arasında yeni birleşmeleri doğurmakta ve dünya kapitalist ekonomisinin az sayıda uluslar-üstü tekeci sermaye grubunun elinde toplanmasına yol açmaktadır. “Genel olarak kronik bir aşırı-üretim, düşük fiyatlar, düşen ve hatta büsbütün yok olan karlar; kısacası, göklere çıkartılan rekabet özgürlüğü, artık sabrın son noktasına ulaşmıştır ve iflasını kendi ağzıyla ilan etmek zorundadır. Ve bu, her ülkede belli bir alandaki büyük sanayicilerin, üretimi düzenlenmesi için kartel halinde birleşmesi yoluyla yer alır. Bu, üretimin ölçeğinin olanak verdiği bazı sanayi kollarında, bu sanayi kollarındaki tüm üretimin tek bir yönetim altında, tek bir büyük anonim şirket halinde toplanmasına yol açar. Amerika’da bu tekrar tekrar denenmiştir. Avrupa’da bugüne kadar bunun örnekleriyle doludur. Marx’ın öngördüğü gibi, küresel kapitalist sistemin üzerinde yükseldiği rekabet ve serbest piyasa sistemine dayanan neo-liberal iktisat politikaları esas alan kapitalist sistemin en önemli dinamiğini oluşturan finans sektöründe ortaya çıkan kriz, aynı zamanda birçok şirketin kendi iflasını kendi ağzıyla istemek zorunda kalmasına yol açmıştır. Nitekim küresel düzeyde 19952002 arası sanayi istihdamında 22 milyon iş kaybına karşın verimlilik sayesinde sanayi üretimi %30 artmıştır. Kısaca, başta ABD olmak üzere tüm ülkelerde özellikle 2000’li yıllarda üretim artışının çoğu verimlilikten gelmiş, istihdam yaratmayan büyüme dünya genelinde şikâyet edilen bir konu olmuştur.
Bu finansal kriz, bireyci yaklaşımlarda sınıf’ın öneminin azalması yanılsamasını yok edip, çelişkinin temel olarak üretim araçları sahipleri ile ondan yoksun olan emekçiler arasında olduğunu göstererek, Marx’ın ortaya koyduğu temel kategorilerin geçerliliğini bir daha kanıtladı. Dolayısıyla, küresel ekonominin 2007 krizi kapitalizmin finansallaşma sürecinin doğrudan bir ürünüdür.
Şu an dünyada gördüğümüz kapitalizm, büyük tekellerin çok uluslu şirketlerin ve eksik rekabetin olduğu bir yapıdır. Aşırı üretim artığını yok edecek bölgesel bir savaş ihtimali ortadadır. .Bu kapitalizmin büyük riskleri aşmak için kullandığı yöntemlerden sadece birisidir. Nitekim geçmişte de bu ve buna benzer savaşların olduğu yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Bu süreçte krizin Türkiye ekonomisinin yapısında çeşitli dönüşümler yaratacağı açıkça görülmektedir. Bu nedenle üretkenliğe dayalı büyüme sürecinin de bir an önce gerçekleşmesi gerekmektedir.
Bütün bu olumsuz senaryolara rağmen kapitalizmin sonunun geldiğini söylemek yanlış olacaktır. Çünkü kapitalizmin sonunu getirecek alternatif bir sitemin varlığı gerekmektedir. Bu da dünya konjonktüründe olmayan bir durumdur. Bu kriz aslında bir tasfiye ve yenileme projesi olarak gözükmektedir. Ama ortada var olan bir gerçek vardır. Washington uzlaşısı olarak bilinen neo liberal iktisat politikaları çökmeye başlamıştır. Bunu sadece bizler dile getirmiyoruz. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, sistemin terk edilmesini ummaktadır. The Economist’’de çıkan bir makalede Sarkozy’nin sarf ettiği şu sözlere yer verilmektedir: “Kapitalizm batı uygarlığının sıra dışı bir şekilde kalkınmasını sağlamış sistemdir”. Sarkozy ayrıca “Antikapitalizm mevcut krize dair hiç bir çözüm yolu önermediğini de söylemektedir. Diğer bir makale de ise David Harvey, Komünist Manifesto’nun yeni basımlarından birine yazdığı bir girişte, onun reform yönündeki tutarlı önerilerine ve kredilendirmenin devlet eliyle merkezileştirilmesi fikrine dikkat çekti. Ve bunun örnekleri de İsveç, İngiltere ve başka yerlerde gerçekleşti. Hatta geçmişte Amerika’da ciddi biçimde reddedilen bazı öneriler, bugün yeniden değerlendiriliyor. Ünlü ekonomist Stiglitz ise artık “devlet hisse sahibi olmaz” dogmasının terk edilmesi ve bankalara yardım etmek yerine, bunların kısmen veya tamamıyla devletleştirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Yani piyasa fetişistleri bir anlamda kendi kendilerini çürütüyorlar. Yeniden Keynes’i ve Marks’ı tartışıyorlar.
Türkiye kapitalizmi ise bir kez daha, çok ciddi ve uzun süreli bir ekonomik krize giriyor. Türkiye kapitalizminin geçirdiği(eceği) son kriz sermayenin birikim rejiminde temel bir değişikliğin habercisi olarak da görülebilir. Yaşanan küresel krizin bize öğrettiği en önemli olgu serbest piyasanın istikrarlı ve dengeli bir ekonomi yaratacağını öne süren neoliberal iktisat politikası tercihlerinin çok ta başarılı olmadığı gerçeğinin ortaya çıkmasıdır. Küresel finansal krizin an unsurları ürün piyasasındaki enflasyonist baskıdan değil finansal varlıkların değerlerindeki şişkinlikten kaynaklanmaktadır. Bu durumda önerilebilecek iki temel çözüm önersi karşımızda durmaktadır. Bunlardan birincisi her şeyin piyasaya bırakılması değil, devletinde ekonomide düzenleyici ve denetleyici rolünün arttırılması gerekmektedir. İkinci olarak aşırı üretimin talep yetersizliği ile karşı karşıya kaldığı bu dönemde talep destekleyici makro ekonomik politikaların uygulanmasıdır. Bu da IMF’in söylediği gibi sıkı para ve maliye politikalarıyla değil aksine genişletici politikalarla aşılması gereken bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

Dr. Koray Duman: Akdeniz Üniversitesi, İİBF, İktisat bölümü



Online Sayaç