İzleyiciler

14 Aralık 2010 Salı

ANTALYA'DA BİR STAD HİKAYESİ

Güzel güneşli ve o kadar sıcak bir cumartesi günü bir Antalyalı olarak futbol maçı izlemeye karar verdim.

Bunun için tercihimi Antalyaspor- Bursaspor maçına kullandım. Maçı izleyebilmek için önceki yıllarda şehir içerisinde bulunan Atatürk Stadyumuna giderdik.

Şimdilerde ise Antalyaspor tüm lig maçlarını Mardan stadında oynuyor.

Stada eğer şehir içinde oturuyorsanız ulaşmak o kadar zor ki. Birinci olarak stada ulaşabilmek için toplu taşıma araçlarından faydalanmanız imkânsız.

Çünkü oraya ulaşımınızı sağlayacak ne belediyeye ait otobüsler ne de özel sektöre ait toplu taşıma araçları yok.

Ama Kundu otellerinde yaşıyorsanız oteller stada çok yakın. Stada ulaşım için İki alternatifiniz var.

Birinci olarak Aksu üzerinden stada ulaşmak, ikinci olarak Kundu’da bulunan otellerden geçilerek köy yolundan sağlanabiliyor Bu yol, iki taşıtın yan yana geçmesine bile imkân sağlamayacak kadar dar.

Yol güzergâhında hiçbir sinyalizasyon ve aydınlatma sistemi yok.

Diyelim ki stada ulaşımınızı sağladınız. Size otopark olarak gösterilen yere aracınız 5 TL karşılığında bırakıyorsunuz.

Belge talep etiğinizde ise herhangi bir belgede alamıyorsunuz. Aracınız Allaha emanet.

Aracınız park ettikten sonra bilet almak için sıraya giriyorsunuz. Bilet fiyatları kapalı 150 TL, açık 80 TL ve kale arkası 40 TL.

Bu durumda tam bir şok yaşıyorsunuz. Çünkü stada ulaşmak için verdiğiniz yoğun çabanın karşılığında karşılaştığınız yüksek fiyat size soğuk bir duş etkisi yaratıyor. Stad UEFA kriterlerine uygun. Ama engelliler için tribünleri olmayan bir stad.

Biletler numaralı olmasına karşın herkes istediği yere, istediği şekilde oturabiliyor ve bu durum hoş olmayan sonuçlar doğurabilir.

Stad içerisinde lavaboları kullanmak ise ücretli. İhtiyaçlarınızı gidermek için dakikalarca sıra beklemek zorunda kalıyorsunuz.

Cumhuriyet Akdeniz 1 Aralık 2010



Stad maç bitimiyle birlikte tam bir karmaşaya dönüyor. Stadı terk ederken aracınızı park ettiğiniz otoparka yönleniyorsunuz.

Aracınızı park ettiğiniz yer sanki bir savaş alanına dönmüş otopark toz duman içerisinde kalmış.

Arabanıza ulaştıktan sonra otoparktan size sadece tek bir çıkış yolu gösteriyorlar.

Bu tek çıkışta tam bir trafik keşmekeşi yaşanıyor. Otoparktan çıkmak için uzun bir çaba harcıyorsunuz.

Oradan çıktıktan sonra şehre gitmek için yol aldığınız köy yolunda saatlerce trafik sıkışıklığı yaşıyorsunuz.

Tam bir karmaşa hakim. Ulaşımın çok zor olduğu bir stad. Aynı koşullarda halkın ulaşımının daha kolay sağlanabileceği yerler tercih edilebilirdi.

Tüm Antalya ve bir Antalyalı olarak bu olumsuzlukların bir an önce giderilmesi en büyük dileğimizdir.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Cumhuriyet/Akdeniz 17 Ekim 2010

HALKIN PORTAKALI

Bir ekonomist olarak bu hafta ekonomi ile ilgili bir şeyler yazmak isterdim Fakat Antalya 9-14 Ekim 2010 tarihleri arasında Antalya’nın ve Türkiye’nin gözbebeği olan ve 47 yıldır başarıyla süren Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne ev sahipliği yaptı. Türk sinemasının en uzun soluklu festivali olan Altın Portakal, bu yıl toplumun tüm kesimlerini kucaklamayı, sinemayı, kentin ve komşu şehirlerin en ücra köşelerine kadar götürmeyi hedefledi. Fakat Kusturica tartışmalarıyla başlayan ve bazı teknik aksaklıkların gölgesinde geçen 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin ödül gecesine genç yönetmenler damgasını vurdu. Festivalde verilen 21 ödülün 15'ini yarışmaya ilk filmleriyle katılan genç sinemacılar aldı. Festival boyunca, kent sinema havasını soludu, sinemanın yıldızları Antalya halkıyla buluştu, film galaları, konserler ve söyleşiler yapıldı. 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali Antalyalı sinemaseverlerin karşısına bu yıl 'Sinema ve Toplumsal Etkileşim' temasıyla çıktı. Festival 'Sinema ve Sosyo-Politik Etkileşim', 'Sinema ve Ülke Etkileşimi’, Sinema ve Toplumsal Etkileşim’, başlıklarında yürütüldü. Bu temayı içeren politik sinemanın önemli örnekleri de izleyiciyle buluşmuş oldu.

Bu süreçte Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin de başarılı bir organizasyona imza attığını söylemek yanlış olmayacaktır. Entelektüel tabana dayalı, sinema felsefesi üzerine oturan bir festival olarak amaçlandığı ortadaydı. Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin iki yıldır sürdürdüğü bedava sinema projesi de oldukça başarılı olmuştur. Sinemanın tüm kent ve halk ile buluşması kaynaşması Altın Portakal’ın halka ait olduğunu bir kez daha göstermiştir. Ayrıca bu organizasyonda bir fiil yer alan Göksel Kumsalı da unutmamak gerekir.

Nitekim 47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali bünyesinde bu yıl ikinci kez düzenlenen ve halkın çektiği filmlerden oluşan ''Halkın Portakalı'' yarışmasına 14 film katılmıştır. Halkın içinden çıkmış ve halkın sahiplendiği bir festival olan "Altın Portakal’a ", geçtiğimiz yıllarda seçkinci bir yapı kazandırmak amacıyla halktan kopartılmaya çalışılmıştı. Fakat iki yıldır Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin yürütmüş olduğu sinemayı halkla buluşturma projesi sayesinde portakal yine halka geri dönmüş oldu. Mahallelerde oluşturulan amatör ekipler, usta isimlerden sinema eğitimi aldıktan sonra dayanışma ve ekip ruhu anlayışıyla kendi filmlerini ürettiler. Yıllarca sürecek bir derinliğe sahip bu organizasyon ile Antalyalıların sinema izleyicisi olmanın ötesinde sinemanın mutfağıyla tanışmaları amaçlandı. Halkın portakalı yine halkın oldu. Geçmişte izlenen seçkinci politika, tüm bu çabaların sonucunda halkın portakalı olarak geri döndü. Sinemayı halkla yeniden buluşturdu ve Antalyalılara Altın portakalın sanat ve kültür yüzünü başarılı bir şekilde sundu. Bu başarıdan dolayı tüm organizasyon içerisinde yer alan ve emek harcayan herkese teşekkür etmek gerekir.

21 Eylül 2010 Salı

19 eylül 2010 Cumhuriyet/Akdeniz

SPEKÜLATİF YÖNLÜ BÜYÜME VE İSTİHDAM

Türkiye’nin büyüme dinamiklerine bakıldığında 2001 krizinden sonra sürekli bir büyüme trendine girdiği, fakat bu büyüme trendinin istihdam üzerindeki etkileri incelendiğinde ise herhangi bir katkısın olmadığı görülmektedir (Tüsiad,2004:23). Burada ısrarla üzerinde durulması gereken nokta büyümenin istihdam yaratmadığıdır. Aslında bu durum, istihdamın salt büyüme ile sağlanamayacağını, bunun yanında büyümenin istihdam dostu olması gerektiğini göstermektedir. Bu noktada ise işsizliğin yapısal boyutu gündeme gelmektedir.

Türkiye Ekonomisinde yaşanan büyümenin dışa bağımlı ve spekülatif bir karakter izlediği görülmektedir. Şimdi spekülatif yönlü büyüme ne anlama gelmektedir öncelikle bunu açıklamaya çalışalım. “Spekülatif-yönlü büyüme” kavram olarak, gelişmekte olan ülkelerde özendirilen yoğun sermaye girişlerine (Kısa Vadeli) dayalı büyüme olarak tanımlanabilir. Söz konusu sermaye girişleri çoğunlukla yüksek faiz aracılığıyla özendirilmekte ve kısa vadeli sıcak para girişlerinin yarattığı döviz bolluğu sayesinde ithalat hacmi genişlemektedir. Ancak bu finansman biçimi, kısa vadeli sıcak para girişlerine dayandığı için kalıcı bir finansman olanağından da bahsetmek mümkün değildir. Çünkü en küçük bir şok ya da tedirginlik durumunda ülkeye giren bu sıcak para tekrar ülke dışına çıkmaktadır. Bu da finansal bir kriz için öncü gösterge olarak kabul edilebilir. Sıcak para akımlarına dayalı bu tür bir büyüme de istikrarsız bir büyüme olarak adlandırılabilir.

Daha net bir tespit için Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2010’un ikinci çeyreğinde açıkladığı milli gelir rakamlarına bakmak gerekir. 2010’un ikinci çeyreğindeki milli gelir artışının ardında yatan en önemli kalemlerin özel tüketim ve özel sabit sermaye yatırım harcamaları olduğu görülmektedir. Özel tüketim harcamalarında geçen yıl görece gözlenen 1.06 milyar TL’lik artış, ulusal gelirdeki toplam 2.41 milyar TL’lik artışın yarısını açıklamaktadır. Özel yatırımlar söz konusu dönemde 1.23 milyar artmıştır. Fakat bunun da 0.9 milyarı makine teçhizat alımlarından oluşmaktadır.

Türk özel sektörünün ulusal gelirdeki artışın yüzde 40’ını veren makine teçhizat alımlarının kaynağı ise doğrudan doğruya ithalata dayalı bir unsurdur. Türkiye ekonomisinin İthalat talebi bu dönemde yüzde 17.8’lik bir artışla 1.07 milyar TL daha yükseldiğini görülmektedir. İhracattaki artışımıza baktığımız da ise sadece 0.69 milyar TL düzeyinde gerçekleşmiştir. Bu da Türkiye’nin dış ticaret açığının arttığı anlamına gelmektedir.

Dolayısıyla Türkiye ekonomisi dış açığını finanse edebildiği, yani dışarıdan borçlanmasını sürdürebildiği sürece büyümeyi sürdürebilecektir. Sıcak para girişinin azaldığı ya da kesildiği durumda ise büyümenin yavaşlayacağı söylenebilir. Sonuç olarak Türkiye’nin yüksek büyüme hızlarına ulaştığı bu konjonktürde işsizlik oranında ciddi herhangi bir gerilemenin olmadığı görülmektedir. İstihdamı yaratacak büyümeyi sağlayacak politikalar kamu sektörü yatırımlarının arttırılması ve beşeri sermayenin geliştirilmesi yönünde olmalıdır. Bunun için öncelikli yatırım alanları; eğitim ve sağlık gibi toplumsal hizmet alanları ve sanayileşme tercihleri kapsamında teknolojinin de bir parçası olacak sektörlere yatırım yapmaktır. Bu politika önerisi aslında emek piyasasının arz yönüne değil talep yönüne vurgu yapmaktadır.

7 Nisan 2010 Çarşamba

TEKEL İŞÇİLERİNİN BİZE ÖĞRETTİKLERİ

Koray Duman

Kriz dönemleri, mevcut sermaye birikimi rejiminin ana kaynaklarının sürdürülemez hale gelmesi ve çökmesi anlamına gelmektedir. Yani sermayenin el değiştirmesi, yeniden yoğunlaşması ve yeniden yapılandırılmasıdır. . Bu sürecin en önemli öğelerinden birisini de, kuşkusuz, kamu varlıklarının ulusal ve uluslararası sermaye çevrelerince talan edilmesi yani özelleştirilmesidir.

1980’li yıllardan bu tarafa uygulanan Neoliberal politikaların ısrarla vurguladığı ekonomi politikası özelleştirmedir. Aslında özelleştirme” uygulamalarının özü, tıkanmakta olan sermaye birikimine yeni rant olanakları sağlamaktır. “Özelleştirme” uygulamaları ile gerçekte amaçlanan şey, kamu işletmelerinin ulusal ve uluslararası özel tekellere yok pahasına devridir. Bunun Ülkemizde en güzel örneğini şu anda TEKEL işçileri vermektedir. Uzun süredir devam eden eylemlerin nedeni özelleştirme sonucunda TEKEL emekçilerin işsilik tehlikesi ile karşı karşıya kalmalarıdır. Türkiye, TEKEL işçileri sayesinde özelleştirmelerin özelleştirme olmadığının ve bir yağma olduğunun farkına varıyor.

TEKEL işçilerinin direnişi “ücretli emek-sermaye çelişkisinin” artık geçerli olmadığı sivil demokrasinin bütün toplumu kucaklamakta olduğu” tezlerine dayalı “boyalı” devrimlerin aslında neo liberalizmin sözcük oyunlarından ibaret olduğunu göstermiştir. Kendini yenileme telaşıyla, hareket eden “modern sol” makamların, “sınıfsal temele dayalı sol ideolojinin artık terkedilmesi gerektiği” iddiaları da kapitalizmin diyalektiği içerisinde buhar olmuştur. Ve bir kez daha duvara toslamıştır. Aslında neo liberal politikaların kucağına düşmüştür.

TEKEL işçilerinin direnişi, Türkiye emek ve demokrasi tarihinde ayırdedici bir dönüm noktası olarak anılacağı kesindir. .4-C maddesi diye anılan düzenleme neydi? 4-C, hukuki açıdan nasıl değerlendirilmelidir?

Tekel, DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde 1999 yılında Bülent Ecevit başkanlığında kurulan 57. (koalisyon) hükümeti, özelleştirilen işletmelerde işsiz kalan işçilerin diğer kamu kuruşlarında çalıştırılmasına olanak sağlayacak bir bakanlar kurulu kararı çıkartma kararına dayanmaktadır. . Buradaki önemli ayırım, o tarihteki uygulamada ilgili personelin kamu kurumlarında “işçi” statüsünde istihdamının sürdürülmesi ve özlük haklarının korunmasıdır.

AKP hükümeti söz konusu karara, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun, 4. maddesine C bendini ekler ve “bir hizmet akdine bağlı çalışan, ancak işçi olmayan kişilerin işe alınmalarına Bakanlar Kurulu karar verir” hükmüyle yeni bir uygulama getirir. Söz konusu ek, yasadaki ifadesiyle Özelleştirme Mağdurlarının Mağduriyetinin Giderilmesi amacını taşımaktadır.

Ancak, 4-C maddesine tabi kişiler, ne işçi statüsünde ne de memur statüsünde değildir. Yani İş Kanunu’na bağlı değillerdir. Böylelikle yasada tanınan 40 saatlik çalışma hükümlerine de bağlı olmadıklarından, “fazla mesai”, “yıllık izin” ve diğer benzeri sosyal haklardan yararlanmaları söz konusu değildir. İşçi ya da memur olmadıkları için herhangi bir sendikaya da üye olmaları mümkün değildir. Dahası, bakanlar kurulu söz konusu “çalışanlar”ın en fazla 10 ay müddetçe ve meslekleriyle ilgili olsun, olmasın, herhangi bir kamu kuruluşunda çalışabileceklerine karar vermeye yetkilidir. 10. ayın sonrasında başka bir yerde çalıştırılmaları veya bütünüyle işsiz kalmaları mümkündür.

Aslında Neoliberalizmin bir ilericilik sorunu olarak dikte ettirmeye çalıştığı “özelleştirme” uygulamalarının amacı tıkanmakta olan sermaye birikimine yeni rant olanakları sağlamaktır. Bu amaçla her türlü özelleştirme faaliyeti desteklenmektedir. Kapitalizmin sermaye birikim sürecinde yaşadığı tıkanmanın ancak ve ancak bu şeklide çözümlenebileceği düşünülmektedir. Özelleştirme karşıtı her türlü fikir ve düşüncede geri kalmış işlevini yitirmiş birer fikir olarak topluma lanse edilmektedir. TEKEL pratiği aslında Türkiye’nin ucuz bir işgücü deposu olarak algılandığını ve ülkemizi ucuz ithalat ve finansal spekülasyon cenneti olarak gören neo-liberal projenin bir uzantısı olduğunu göstermektedir.

29 Ocak 2010 Cuma

Küreselleşmeyle büyüyen uçurum (RADİKAL)

Küresel ekonomi, uluslararası sermayenin ve dev küresel şirketlerin piyasaları kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmesidir. Küreselleşme daha fazla işsizlik, daha fazla acı, var olan uçurumun daha da artmasıdır

24/06/2004 (754 kişi okudu)


Dr. KORAY DUMAN (Arşivi)
Neoliberal ideolojinin en önemli bileşenlerinden biri olarak 1980'li yıllardan itibaren karşımıza çıkan küreselleşme söylemi, hayatımızın tüm alanlarına nüfuz etmeye başladı. Gerek günlük hayatta gerekse toplumsal ilişkilerin biçimlendirilmesinde karşı konulmaz bir çekim merkezi olarak kabul edilmeye hatta dayatılmaya başlandı. Özellikle yoğun bir medya desteğiyle birlikte küreselleşmenin getireceği faydalar piyasa mantığı içerisine oturtulmaya çalışılmaktadır. Aslında kavram olarak küreselleşme, dünya ekonomisini oluşturan sosyal ve iktisadi parçaların birbiriyle ve giderek dünya piyasalarıyla eklemlenmesi şeklinde algılanmaktadır.
Neoliberal eksenli küreselleşme politikasına esnek biçimde birbirine eklemlenmeleri IMF, Dünya bankası, Dünya Ticaret Örgütü, AB gibi resmi kuruluşlar ve Dünya Ekonomik Forumu gibi özel kurumlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu doğrultuda etkin devlet, iyi yönetişim, güven ve istikrar gibi cilalı sözler, sözde küreselleşemeyen toplumlara empoze edilmektedir. Bu kavramların altında yatan unsur, uluslararası sermayenin önündeki engelleri kaldırmak için ulusal mali piyasalarda yüksek reel getirinin sağlanması ve devalüasyon riskinden arındırılmış bir döviz oluşturmaktır.

İletişim devriminin etkileri
Bu doğrultuda küresel ekonominin bütününü oluşturan parçaların gittikçe daha fazla entegre olması, kendine özgü bir dinamik kazandırırken bu dinamik gittikçe daha fazla devletlerin kontrolünden çıkmakta ve paranın kontrolü, kamu finansmanının idare edilmesi gibi devletlerin bellibaşlı egemenlik alanlarına zarar vermektedir. İletişim devrimi sayesinde verilerin, imajların ve sermayenin dolaşımının aşırı boyutlara ulaşması, birçok alanda sınır ya da bölge kavramlarının ortadan kaldırmaktadır. Buna karşılık, üretimin ulus aşırı bir düzlemde düzenlenmesine yardım etmektedir. Sonuçta yeni üretim düzeninin nasıl klasik işçi sınıfını devre dışı bıraktığı açıkça görülmektedir. Aslında küreselleşmenin bugünkü sosyoekonomik sonuçlarını, bir yandan durmadan büyüyen bir zenginlik, öte yandan artan işsizlik ve yoksulluk; bir yanda üretimin ve tüketimin hem küreselleşmesi, hem inanılmaz boyutlar kazanması, öte yanda büyük kitleler için en temel ihtiyaçların bile karşılanamaması; bir yanda piyasaya gerçek anlamının dışında mucizevi bir nitelik kazandırılması, öte yandan kitlelerin, ellerindeki tek araçtan, siyasetten soğuyup uzaklaşmaları gibi birkaç çarpıcı gerçekle anlatmak hiç yanlış olmaz.
Genel olarak küreselleşme ideolojisi bölgesel eşitsizlikleri arttıran, küresel düzeyde çevresel sorunları genişleten, emek açısından kazanılmış sosyal hak taleplerinden geri adım atılmasına yol açan etkileri konusunda söylenecek çok şey bulunduğu da bir gerçektir. Öte yandan küreselleşmeye uyum sağlamaya ve ekonomilerini dışa açmaya çalışan ülkelerde büyüme ve istikrarın da garanti olmadığı görülmektedir, hatta ekonomik krizler daha garantilidir denilebilir. Uluslararası kuruluşlar bunları o ülke yönetimlerinin yetersizlikleri veya toplumsal kaynakların sınırlılığı ile açıklasa da, krizlerin bir nedeninin de, ulusaltoplumsal ihtiyaçların dikkate alınmaması ve ulusal politikaların çökertilmesi olduğu açıktır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Küresel ekonomi, uluslararası sermayenin, piyasaları kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmesidir. Çokuluslu şirketler dünya ticaretinin üçte birine hâkimdir. Uluslararası sermayenin artan gücü, ulus-devletlerin ekonomi politikalarını belirleyecek kadar baskındır.
Neoliberalizmin ideolojisi ekonomiyi kendi kendini düzenleyen bir yapı olarak görmekte ve siyasete müdahale edilmediği sürece her şeyin yolunda gideceğini iddia etmektedir. Bu iddia hemen tüm ülkelerde, yeniden yapılanma, dönüşüm gibi adlarla liberal iktisat politikalarının amentüsü haline gelmiştir. Önemli kurumlardan birisi olan IMF'in baş ekonomisti Stiglitz bile uluslararası kuruluşların dünyanın geri kalan kısmındaki kalkınmayı baltaladığını ifade etmektedir. Israrla söylemek gerekirse, küreselleşme miti daha fazla işsizlik, daha fazla acı, varolan uçurumun daha da artmasıdır. Zenginlerin daha zengin yoksulların ise daha yoksul olduğu açıkça görülmektedir. Bunun için yapılması gereken küreselleşmeye küresel bir direnç göstermektir.

Dr. Koray Duman Akdeniz Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü
KORAY DUMAN (Arşivi)



Kapitalizmin, 1970li yıllarda yaşadığı petrol krizinden bu tarafa en ağır krizle karşı karşıya kaldığı görülmektedir. 1990 yılından sonra finansın küreselleşmesiyle birlikte sermaye hareketlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılması bir anlamda krizin öncü göstergelerinden birisi olmuştur. Kapitalizm finansal küreselleşmeyi temellendirirken de Washington Uzlaşması olarak adlandırılan Neoliberal reform paketini devreye sokmuştur. Bu reform paketi ile birlikte devletin ekonomideki rolünün azaltılması yönündeki güçlü ideolojik propaganda artmış ve Türkiye de dâhil olmak üzere birçok ülkede uygulanmıştır. Şeffaflık ve yönetişim gibi açık olmayan kavramlara dayanarak devletin ekonomideki payı azaltılmaya çalışılmıştır. Bunun sonucunda sermayenin serbest dolaşımı önündeki tüm engeller kalkmış ve sermaye hiçbir yasal kısıt olmadan uluslar arası piyasalarda dolaşır bir hale gelmiştir. Bu da kapitalizmin bir başarısı olarak görülmüştür.
Aslında bu başarı hikâyesi son dönemde ABD’de yaşanan mortgage kriziyle birlikte sekteye uğramış, Avrupa da birçok banka batmış ve ekonomiden çekilmesi istenen devletin yeniden ekonomiye girmesi istenmiştir. Batan bankaların devlet tarafından kurtarılması piyasa açısından tehlikeli görülürken şimdilerde bankaların devlet tarafından kurtarılması istenmiştir. Peki yapılan onca düzenlemelere ve uygulamalara rağmen kriz neden ortaya çıkmıştır? Aslında bu sorunun cevabı oldukça basittir. Marx’ın da ortaya koyduğu gibi, kapitalistler arasındaki bitmek bilmeyen rekabet, gittikçe artan makineleşmeye ve artı değerin kaynağı olan emeğin ikame edilmesiyle birlikte kar oranın da düşme eğilimine yol açmaktadır. Yani kapitalist üretimin önündeki en büyük engelin bizzat kapitalizmin kendisi olduğu gözükmektedir.
Yeldan’ın ifade ettiği gibi kapitalizmin ortaya çıkardığı küresel rekabet üretimi kitleselleştirirken sermaye birikimi yoğunlaşmakta bu da kar oranlarının düşmesine yol açmaktadır. Sermaye birikimi ise sadece üretim sürekli büyütülerek başarılabilmektedir. İşte bu üretimin sermayenin sürekli büyümesiyle artması, kapitalizmin kendi sınırlarına kadar gelip dayandığı yerdir. Marks'ın ifade ettiği gibi, burada sermayenin büyümesi "toplumun mutlak tüketim gücüyle" sınırlanıyormuş gibi görünür. “Yani sınırsız bir büyümedir bu. Öylesine sınırsız bir büyümedir ki, kredi sisteminin gelişmesiyle birlikte artık kendi sermayesinin boyutuyla sınırlı olmayan bir sermaye olanağı elde eden kapitalist, akıl almaz yöntemlerle üretilen kredilerle ("türev araçlarıyla" üretilen krediler) üretimi sınırsız ölçüde genişletmeye koyulur.” Aslında bu kapitalizmin finansallaşması olarak ta görülebilir. Ve bu sınırsız üretilen ürünler, sınırlı gelire sahip olan insanlar tarafından tüketilmek durumundadır. Marks'ın sözüyle "kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimi" belli bir yerden sonra bu sınırsız üretim tüketilemez bir hale gelmektedir. Süreç aşırı üretim krizi yaratarak darboğaza girmektedir. Sonuç yeni bir krizdir.
Kapitalizmin krizi, Marx’ında vurguladığı gibi aynı zamanda, kapitalist tekeller arasında yeni birleşmeleri doğurmakta ve dünya kapitalist ekonomisinin az sayıda uluslar-üstü tekeci sermaye grubunun elinde toplanmasına yol açmaktadır. “Genel olarak kronik bir aşırı-üretim, düşük fiyatlar, düşen ve hatta büsbütün yok olan karlar; kısacası, göklere çıkartılan rekabet özgürlüğü, artık sabrın son noktasına ulaşmıştır ve iflasını kendi ağzıyla ilan etmek zorundadır. Ve bu, her ülkede belli bir alandaki büyük sanayicilerin, üretimi düzenlenmesi için kartel halinde birleşmesi yoluyla yer alır. Bu, üretimin ölçeğinin olanak verdiği bazı sanayi kollarında, bu sanayi kollarındaki tüm üretimin tek bir yönetim altında, tek bir büyük anonim şirket halinde toplanmasına yol açar. Amerika’da bu tekrar tekrar denenmiştir. Avrupa’da bugüne kadar bunun örnekleriyle doludur. Marx’ın öngördüğü gibi, küresel kapitalist sistemin üzerinde yükseldiği rekabet ve serbest piyasa sistemine dayanan neo-liberal iktisat politikaları esas alan kapitalist sistemin en önemli dinamiğini oluşturan finans sektöründe ortaya çıkan kriz, aynı zamanda birçok şirketin kendi iflasını kendi ağzıyla istemek zorunda kalmasına yol açmıştır. Nitekim küresel düzeyde 19952002 arası sanayi istihdamında 22 milyon iş kaybına karşın verimlilik sayesinde sanayi üretimi %30 artmıştır. Kısaca, başta ABD olmak üzere tüm ülkelerde özellikle 2000’li yıllarda üretim artışının çoğu verimlilikten gelmiş, istihdam yaratmayan büyüme dünya genelinde şikâyet edilen bir konu olmuştur.
Bu finansal kriz, bireyci yaklaşımlarda sınıf’ın öneminin azalması yanılsamasını yok edip, çelişkinin temel olarak üretim araçları sahipleri ile ondan yoksun olan emekçiler arasında olduğunu göstererek, Marx’ın ortaya koyduğu temel kategorilerin geçerliliğini bir daha kanıtladı. Dolayısıyla, küresel ekonominin 2007 krizi kapitalizmin finansallaşma sürecinin doğrudan bir ürünüdür.
Şu an dünyada gördüğümüz kapitalizm, büyük tekellerin çok uluslu şirketlerin ve eksik rekabetin olduğu bir yapıdır. Aşırı üretim artığını yok edecek bölgesel bir savaş ihtimali ortadadır. .Bu kapitalizmin büyük riskleri aşmak için kullandığı yöntemlerden sadece birisidir. Nitekim geçmişte de bu ve buna benzer savaşların olduğu yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Bu süreçte krizin Türkiye ekonomisinin yapısında çeşitli dönüşümler yaratacağı açıkça görülmektedir. Bu nedenle üretkenliğe dayalı büyüme sürecinin de bir an önce gerçekleşmesi gerekmektedir.
Bütün bu olumsuz senaryolara rağmen kapitalizmin sonunun geldiğini söylemek yanlış olacaktır. Çünkü kapitalizmin sonunu getirecek alternatif bir sitemin varlığı gerekmektedir. Bu da dünya konjonktüründe olmayan bir durumdur. Bu kriz aslında bir tasfiye ve yenileme projesi olarak gözükmektedir. Ama ortada var olan bir gerçek vardır. Washington uzlaşısı olarak bilinen neo liberal iktisat politikaları çökmeye başlamıştır. Bunu sadece bizler dile getirmiyoruz. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, sistemin terk edilmesini ummaktadır. The Economist’’de çıkan bir makalede Sarkozy’nin sarf ettiği şu sözlere yer verilmektedir: “Kapitalizm batı uygarlığının sıra dışı bir şekilde kalkınmasını sağlamış sistemdir”. Sarkozy ayrıca “Antikapitalizm mevcut krize dair hiç bir çözüm yolu önermediğini de söylemektedir. Diğer bir makale de ise David Harvey, Komünist Manifesto’nun yeni basımlarından birine yazdığı bir girişte, onun reform yönündeki tutarlı önerilerine ve kredilendirmenin devlet eliyle merkezileştirilmesi fikrine dikkat çekti. Ve bunun örnekleri de İsveç, İngiltere ve başka yerlerde gerçekleşti. Hatta geçmişte Amerika’da ciddi biçimde reddedilen bazı öneriler, bugün yeniden değerlendiriliyor. Ünlü ekonomist Stiglitz ise artık “devlet hisse sahibi olmaz” dogmasının terk edilmesi ve bankalara yardım etmek yerine, bunların kısmen veya tamamıyla devletleştirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Yani piyasa fetişistleri bir anlamda kendi kendilerini çürütüyorlar. Yeniden Keynes’i ve Marks’ı tartışıyorlar.
Türkiye kapitalizmi ise bir kez daha, çok ciddi ve uzun süreli bir ekonomik krize giriyor. Türkiye kapitalizminin geçirdiği(eceği) son kriz sermayenin birikim rejiminde temel bir değişikliğin habercisi olarak da görülebilir. Yaşanan küresel krizin bize öğrettiği en önemli olgu serbest piyasanın istikrarlı ve dengeli bir ekonomi yaratacağını öne süren neoliberal iktisat politikası tercihlerinin çok ta başarılı olmadığı gerçeğinin ortaya çıkmasıdır. Küresel finansal krizin an unsurları ürün piyasasındaki enflasyonist baskıdan değil finansal varlıkların değerlerindeki şişkinlikten kaynaklanmaktadır. Bu durumda önerilebilecek iki temel çözüm önersi karşımızda durmaktadır. Bunlardan birincisi her şeyin piyasaya bırakılması değil, devletinde ekonomide düzenleyici ve denetleyici rolünün arttırılması gerekmektedir. İkinci olarak aşırı üretimin talep yetersizliği ile karşı karşıya kaldığı bu dönemde talep destekleyici makro ekonomik politikaların uygulanmasıdır. Bu da IMF’in söylediği gibi sıkı para ve maliye politikalarıyla değil aksine genişletici politikalarla aşılması gereken bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

Dr. Koray Duman: Akdeniz Üniversitesi, İİBF, İktisat bölümü



Online Sayaç